Yeraltından Notlar



 Bu notlar da,bunların yazarıda besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip henüz tükenmemiş kuşağın bir temelcisidir. 
 Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ 

***

— Siz neden öyle... diye başladı ve sustu.
Fakat bu kadarı bana yetmişti: Sesi deminki
gibi haşin, kaba, inatçı değildi; şimdi yumuşak,
utangaç bir titremesi vardı, hatta o derece
utangaçtı ki, ben bile utanıp, kendimi ona karşı
suçlu hissettim.
Şefkat dolu bir merakla:
— Ben ne? diye sordum.
— Siz şey...
— Ne?
— Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz.
Sesinde gene alaya benzer bir ton belirmişti.
Bu sözleri yüreğimi sıkıştırmıştı. Beklediğim
bu değildi. Liza’nın alaycılığının, utangaç, kalbi
temiz insanların, ruhlarına paldır küldür, izin
almadan girmek isteyenlere karşı gururlarını
korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin
ardına gizlenip hislerini açık etmemek için
başvurdukları sıradan bir son çare olduğunu
anlayamamıştım. Halbuki o alaylı sözleri
söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan,
ürkeklikten bunu tahmin etmeliydim. Fakat
edemedim işte ve kötü bir duyguya kapıldım.
"Hele dur sen!.." diye geçirdim.

VII

— E yeter, bırak ama Liza, ne kitabından
bahsediyorsun; anlattıklarımla hiç ilgim olmadığı
halde bana dokundu. Hoş pek de ilgisiz
sayılmam ya. Tüm bunlar yüreğime dokundu
işte... Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun
burada? Anlaşılan hayır, alışkanlığın büyük
tesiri var! Alışkanlığın insanı ne hallere
getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu.
Yoksa ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep
böyle genç, güzel kalacağını, seni sonsuza dek
burada tutacaklarını mı sanıyorsun? Buranın
çirkefliğinden bahsetmiyorum artık... Yalnız
şimdiki hayatına dair şu kadarını söyleyeyim:
Genç, cazibeli, sevimli, iyi kalpli, hassas bir
kızsın; fakat biliyor musun, demin kendime
gelince burada, yanında bulunmaktan tiksinti
duydum! İnsan buraya ancak sarhoşken
düşebilir. Halbuki başka bir yerde
karşılaşsaydık, sen de namuslu insanlar gibi
yaşasaydın, seninle yalnız gönül eğlendirmek
yerine, basbayağı âşık olabilirdim. Değil
konuşmak, bir bakışına sevinir, evinin kapısında
seni bekler, önünde diz çökerdim; sana nişanlım
gözüyle bakar, bunu kendim için büyük bir şeref
bilirdim. Hakkında fena düşünmeye cesaret
edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen
de istemesen de peşimden geleceğini biliyorum,
çünkü burada ben değil, sen benim keyfime
uymak zorundasın. Bir köylü bile rençperliğe
kiralanırken ömrünün sonuna kadar
satılmadığını, bir müddet sonra gene serbest,
başına buyruk olacağını bilir. Peki senin
kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün:
Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir
misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya
hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte
satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze
etmesine göz yumuyorsun. 
Aşk! Aşk her şeydir; en kıymetli elmastan üstündür, bir kızın tek servetidir aşk! Bu aşk için ruhunu veren, ölümü
göze alanlar vardır. Ya senin aşkının değeri ne?
Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını
aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün
oluyor. Bir genç kız için bundan ağır hakaret
olamaz, anlıyor musun? İşittiğime göre,
patronlar sizin gibi budalaların gönlü hoş olsundiye birer dost bulmanıza izin verirlermiş. Bu da
saçma, düzenbazlığın ta kendisi; sizinle alay
ediyorlar, siz de inanıyorsunuz. Ne yani, dostun
seni seviyor mu dersin? Hiç zannetmem. Seni
her an elinden alabileceklerini bile bile nasıl
sever! Midesiz herifler bunlar. Sana karşı zerre
saygısı var mı? Aranızda ne çeşit yakınlık
olabilir? Herif seninle alay ediyor, üstelik
soyuyor; aşkı bundan ibaret! Dayak atmadığına
şükret. Kim bilir, belki dayak da atıyordur. Senin
de bir dostun varsa sor bakalım, nikâhla alır
mıymış seni? Eğer yüzüne tükürmez, dahası
pataklamaya kalkmazsa, kahkahalarla
güleceğine eminim; halbuki kendisi ciğeri beş
para etmezin biridir. Bir düşün, burada hayatını
ne uğruna mahvediyorsun? İçtiğin kahveyi
ayağına getirdikleri, mideni tıka basa
doldurdukları için mi? Peki, ama sizleri
beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın
burada bir lokma bile boğazından geçmez,
çünkü neden yemek verildiğini hemen anlar.
Burada daima borçlu olacaksın ve sonuna kadar,
müşteriler senden bıkıp sırt çevirmeye başlayana
kadar borcun tükenmeyecek. Gençliğine güvenme; o gün göz açıp kapayana kadar gelecek. Burada zaman dörtnala yol alır ve işte o vakit gözünün yaşına bakmadan seni kapı dışarı ederler. Hem de öyle düpedüz değil; epey 
öncesinden, sanki bu ev uğruna gençliğini,
sağlığını harcayan, ruhunu mahveden sen
değilmişsin, patronu batırıp, soyup soğana
çevirmişsin, kadıncağızı neredeyse köşe başında
avuç açacak hale getirmişsin gibi davranır, her
hareketine mim koymaya, olur olmaz sebeplerle
azarlamaya, en ufak şeyleri başına kakmaya
başlarlar. Kimsenin senden yana çıkacağını da
umma; patrona şirin görünmek için hep birlikte
seni gagalarlar, çünkü buradaki herkes, vicdanı,
acıma duyguları çoktan silinmiş birer esirdir. Bu
çamura bulanmış mahlûkların hakareti de
dünyanın en adi, en iğrenç hakaretidir. Sağlığını,
gençliğini, güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun
her şeyi körü körüne bir sadakatle buraya
verecek, yirmi iki yaşında otuz beş gibi
görüneceksin; bir hastalık kapmamışsan, gene
Tanrı’ya şükret. Belki bugün, ağır bir iş
yapmadığını, rahat yaşadığını düşünüyorsun.
Halbuki dünyada bundan daha ağır, daha kahırlı iş yoktur. Bunu düşünmek bile insanın içini parçalıyor. Buradan kovulduğun zaman da tek bir söz söyleyemez, gık diyemeden, tam bir suçlu gibi süklüm püklüm gidersin. Önce başka bir eve yerleşirsin, oradan da bir üçüncüsüne; 
böyle birkaç ev daha değiştirir ve nihayet
Sennaya’ya kadar düşersin. Oradaysa her gün
dayak yersin, çünkü oranın iltifatı öyledir;
müşteriler bundan başka okşama bilmezler.
Sennaya’nın bu derece iğrenç olduğuna
inanmıyor musun yoksa? Bir gün git, belki
kendi gözlerinle görürsün. Bir yılbaşı sabahı bir
evin önünde bunlardan birini gördüm. Pek
bağıra bağıra ağladığı için alay olsun diye onu
dışarıda biraz dondurmaya karar vermiş, kapıyı
da arkasından sürgülemişlerdi. Sabahın
dokuzunda, zilzurna sarhoştu; saçı başı karışmış,
yarı çıplak, yediği dayaktan bitkin haldeydi.
Suratına düzgün sürmüştü, ama gözleri çürük
içindeydi; burnundan, dişlerinden de kan
sızıyordu: Arabacılardan biri henüz benzetmişti.
Elinde bir tuzlu balıkla taş merdivenin
basamağına oturmuştu. Hem gözyaşları içinde
"kaderinden" şikâyet ediyor, hem elindeki balığı basamaklara vuruyordu. Kapının önüne toplanan arabacılarla sarhoş askerler takılıyor, onunla alay ediyordu.
 Senin de tıpkı onun gibi olacağına inanmıyorsun, değil mi? 
Ben de inanmak istemezdim, ama kim bilir, belki o tuzlu 
balıklı kadın da sekiz on yıl önce memleketin bir
köşesinden buraya taze, tertemiz, melekler gibi
saf gelmişti; kötülük nedir bilmez, konuşurken
yüzü kızarırdı. Belki senin gibi gururlu, alıngan,
başkalarına benzemeyen, kraliçeler gibi bakan
bir kızdı; gönlünü vereceği ve onu sevecek
erkeğiyle birlikte kendisini tam bir saadetin
beklediğini sanıyordu. Sonu nasıl çıktı, görüyor
musun? Bu saçı başı perişan, sarhoş kadın,
balığı kirli basamaklara vururken, baba evinde
geçirdiği temiz yılları, okula giderken yolunu
gözleyip onu ömrünün sonuna kadar
seveceğine, bütün geleceğinin ona bağlı
olduğuna, birbirlerini sevmekten asla
vazgeçmeyeceklerine, büyür büyümez onunla
hayatını birleştirmeye yeminler eden komşunun
oğlunu aklından geçirmiştir belki. Hayır Liza;
demin söylediğim kız gibi, senin için de bir
bodrum köşesinde veremden ölüp gitmek en iyisi. Hastane var diyorsun. Keşke götürseler, ama ya ev sahibeniz senden sonuna kadar faydalanmak isterse? 
Verem, humma değil ki; 
insan son nefesini verene kadar ümidini
kaybetmez, kendisini sıhhatli sanıp avunur.
Patronun da istediği bu zaten. Seni rahat
bırakmaz; canını ona sattığın gibi, paraca da
borçlandığından sesini çıkarma hakkın
kalmamıştır. Ölürken artık işe yaramaz hale
geldiğin için hepsi senden uzaklaşır, sana sırt
çevirir. Hatta boşuna yer tuttuğun, bir an önce
ölmediğin için sitem bile ederler. Susadığın
zaman suyunu bile küfürle getirirler. "Kaltağın
gebereceği yok; iniltilerinden gözümüze uyku
girmiyor; müşteriler de tiksiniyor." derler. Doğru
söylüyorum, bunu da duydum. Son demlerinde
bodrumun en pis, en berbat, karanlık, en
rutubetli köşesine tıkarlar, yattığın yerde
düşünür durursun. Ölünce söylene söylene,
yalapşap bir temizlikle her şeyi ortadan
kaldırıverirler; ne arkandan dua edenin, ne
acıyanın olur ve senin yükünden kurtuldukları
için rahat bir soluk alırlar. Adi bir tabuta koyup,
bugünkü zavallı gibi seni de mezarlığa götürdükten sonra, anmak için soluğu meyhanede alırlar.

 Mezarın içi vıcık vıcık çamurla, suyla doludur; 
sulusepken de bir yandan;
eh, sana nezaketle davranmalarını bekleyemezsin ya.

 "Hadi indir Vanyuha; karının
kaderine bak, burada bile bacakları havada
gidiyor. Kes ipleri şeytanın dölü!"
 "Adam sen de, böylesi de iyi."
"İyi olur mu, baksana yan dönmüş. O da can taşımıyor muydu be? Neyse, haydi dök toprağı!"
 Senin için uzun boylu bir tartışmayı bile çok görürler. 
Mezarı yaş, mavimtırak balçıkla üstünkörü örttükten sonra 
doğru meyhaneye koşarlar... 
O andan itibaren yeryüzüyle ilişiğin kalmaz. 
Başkalarının mezarlarını çocukları, babaları, kocaları ziyaret 
eder, ama senin ne ağlayanın, ne yas tutanın, ne
ayinler yapanın olur; dünyada tek bir canlı
ziyaretine gelmez ve adın, hiç dünyaya
gelmemişsin gibi, yeryüzünden silinip gider!

Yattığın çamur dolu bataklıkta, geceleri, ölüler
hortladığı zaman istediğin kadar tabutunun
kapağına vur... "Ne olur iyi insanlar, bırakın da
yeryüzüne çıkıp biraz daha yaşayayım!" diye
bağır, "Dünyayı bilmeden yaşadım, hayatımı paçavraya çevirdim, Sennaya meyhanelerinde tükettim; izin verin iyi insanlar, bir kere daha yaşayayım!"

Kendimi öyle kaptırmışım ki, gerçekten
heyecan duyuyordum; boğazım da kurumaya
başlamıştı ve... 
o aralık birdenbire sözümü 
keserek korku içinde doğruldum; başımı
ürkekçe uzatarak kulak kabarttım, yüreğim de
küt küt atıyordu. Gördüğüm manzara karşısında
sarsılmamak mümkün değildi.
Bir süredir Liza’nın ruhunu altüst ettiğimi,
kalbini kırdığımı hissediyordum. Bunu
hissettikçe, gayeme mümkün olduğu kadar
çabuk varmak istiyordum. Oyun beni son derece
sarmıştı; hoş, bu sadece oyun değildi ya...
Zoraki, yapmacıklı, kitap gibi konuştuğumu
biliyordum, ama ancak "kitap gibi"
konuşabiliyordum. Fakat bundan sıkıldığım
yoktu; karşımdakinin beni anlayacağını, hatta bu
kitap gibi konuşmanın daha çok işime
yarayacağını hissediyordum. Gene de yaptığım
tesir karşısında ürkmüştüm. 
Yok, hayatımda bu derece şiddetli bir umutsuzluğa şahit olmamıştım!
 Liza yüzü koyun yatmış, yüzünü 
iki eliyle sımsıkı tuttuğa yastığa gömmüştü.
Göğsü hıçkırıklardan parçalanacak gibiydi.
Körpe vücudu ıspazmoz geçiriyormuşçasına
sarsılıyordu. Hıçkırıklarını içinde boğmaya
çalışıyor, ama ani haykırışlar, iniltiler halinde
boşanıveriyordu. O zaman başını yastığa daha
çok bastırıyordu: Istırabını, gözyaşlarını ev
halkından tek bir kişinin bile görmesini
istemiyordu. Yastığı dişliyor, kanatıncaya kadar
elini ısırıyor (bunu sonradan fark ettim),
dağılmış saç örgülerine parmaklarını daldırarak
soluğunu tutuyor, dişleri kenetlenmiş halde
kendinden geçiyordu. Ona bir şeyler söyleyerek
sakinleşmesi için yalvarmak istedim, fakat buna
cesaret edemeyeceğimi hissettim ve o anda
nöbete tutulmuş gibi tüm vücudum ürperdi. 
                          
  YERALTINDAN NOTLAR - DOSTOYEVSKİ 
(kitabın bir bölümü) 

Yorumlar

Popüler Yayınlar